2017'nin en iyi albümlerinden
- Albüm Notu
Norveçli avant-garde topluluk Ulver, 15. Albümü The Assassination of Julius Caesar ’ı duyurduğunda ne kadar heyecanlandığımı çok iyi hatırlıyorum. Black metal günlerinden bu zamana kadar yaptıkları her işle, bir şekilde ilgimi ve heyecanımı arttırmayı başaran topluluğun yeni albümü için de heyecanlanmama engel olacak hiç bir şeyi yoktu. Bu topluluk nasıl bir patikaya girerse girsin, bir şekilde ben sonuçtan memnun kalıyordum. Gene aynı şeyin olacağına inancım tamdı ve inancım sarsılmadı.
ATGCLVLSSCAP incelemesinde de değindiğimiz gibi, Norveçli topluluk 2011 ile 2016 yılları arasında geçen süreyi doğaçlama üzerine kurulu, canlı performanslardan oluşan kayıtları albümleştirerek geçirmişti. Bu değerlendirmeyi yaparken Childhood’s End’i bir cover albümü olduğu için, Riverhead’i de soundtrack olduğu için göz ardı ettiğimi belirtmek isterim. Neyse efendim, The Assassination of Julius Caesar için haberler gelmeye başladığında ilk aklıma gelen soru bu gelenek devam mı edecek yoksa bir “beste” albümü mü dinleyeceğiz olmuştu. Ne tür müzik yapacakları o sırada benim için çok önemli değildi.
15 Mart’ta yayınlanan Nemoralia sorumun cevabı oldu. Evet Ulver tekrardan “geleneksel” yöntemlerle albüm yapmıştı. Üstelik 2011’den beri ilk defa vokalin taşıyıcı olduğu bir albüm yapmıştı. Kristoffer’ın sesini ve performansını sevenler için ne kadar güzel bir haber! Tarzda bir takım değişiklikler olabileceğini de tahmin ediyorduk. Oldu da. Peki nasıl birşey oldu? Nedir yeni Ulver tarzı?
Ulver The Assassination of Julies Caesar’da synthwave ve avant-garde electronica türlerinde müzik icra ediyor. En azından Metal Archives böyle söylüyor. Kendilerine sorsanız kısaca pop diyorlar. Son EP’leri Sic Transit Gloria Mundi yayınlanırken dedikleri gibi. İnternette kısa bir araştırma yaptığınız zaman eleştirmenlerin topluluğu Depeche Mode ve Nine Inch Nails gibi isimlerle andığını göreceksiniz. Katıldığımı söyleyemem ama karşı da çıkamıyorum. Sanırım ben de albümü bir metal dinleyicisine en kolay bu şekilde tarif ederdim. Fakat sonrasında söyleyecek bir iki sözüm daha olurdu.
The Assassination of Julius Caesar ’ı bir tiyatro gibi düşünürsek dekorumuzun 80’ler synthwave ve pop sound’unun modern hali gibi düşünebiliriz. Bu sound’dan bekleyebileceğimiz şekilde kompozisyonlar vokal ağırlıklı ve nakarat üzerine kurulu. Fakat topluluk standart pop kalıplarına yakın “catchy” bir müzik icra ediyor olsak da bu alanda sıkışmamayı ve kimliğini korumayı ustalıkla başarıyor.
Ulver’in 20 yılı aşkın müzik kariyeri içinde incelik ve özenle inşaa ettiğini muazzam bir estetik anlayışı var. Buna ek olarak Ulver oldukça iyi bir hikaye anlatıcısı. Burada bahsettiğim şey kesinlikle konsept albüm yazmak gibi birşey değil. Müziğin oluşturduğu hisler bütününü ve bu bütünün kendi içindeki irili ufaklı değişimleri hikaye anlatımı olarak tanımlıyorum. Bu estetik anlayışı ve hikayecilik herhangi bir müzik türünde karşımıza çıktığı zaman mest olan dinleyiciler olduğumuz için Ulver’e hayranlık duyduğumuza inanıyorum. Dolayısıyla Ulver’in son hikayesini bize böyle bir sahneden anlatıyor olması, yani kulak dostu, pop bir albüm yapması oldukça keyifli birşey!
Çünkü bir tarafta sözlerini nasıl ezberlediğinizi bilmediğiniz nakaratlara eşlik etmek, süzerkli sizi kışkırtan ritime karşı gelemez hale gelip oturduğunuz yerden ufak ufak kıpırdamaya başlamak, tüm bunlar olurken topluluğun alametifarikası olan noise/ambiant seslerle saykodelik bir yolculuğa çıkmak kesinlikle ama kesinlikle muazzam bir deneyim. Nemoralia’nın provakatif groove mood’undan Coming Home’un araftan gelen saksafon sololarına kadar…
The Assassination of Julius Caesar bence topluluğun daha geniş kitlelere ulaşabilmesi adına da oldukça önemli bir albüm. Krsitofer’ın House of Mythology’i kurmasından beri daha sık albüm çıkartıyor olması, son albümde pop soundu seçilmesi işin ardında ticari bir boyut da olabileceğini düşündürüyor. Sic Transit Gloria Mundi EP’sinin bundan sonraki tarz için işaret ettiği istikrar bile bence aynı sonucu işaret ediyor. Ok. Çekirdeğinde Ulver’ın 20 yıllık sırrı olarak gördüğüm estetik anlayışı olduğu sürece ne seçtikleri müzik türü ne de perdelerin arkasındaki ticari ajanda beni hiç ama hiç rahatsız etmiyor.